Yahyâ, Hârûn’un işaretiyle İbrâhîm’e sordu: “Ey İbrâhîm, kullardan sâdır olan hayır ve şer, fayda ve za-rar konusunda ne diyorsun? Onların günah, zulüm ve küfrünü Allah Teâlâ’ya mı isnat ediyorsun, yok-sa kazâ ve kadere mi; yahut itaat edenin sevaba, isyan edenin de cezaya müstahak olduğuna inanan Hâşim oğulları ve bağlıları gibi, kulu “fâil-i muhtâr” mı görüyorsun?”
İbrâhîm cevap verdi: “Bu mes’eledeki inancım, hayır ve şerrin, fayda ve zararın; Âdem ve İblis’i, su ve toprağı, ateş ve cehennemi, hayat ve ölümü, sağlık ve hastalığı, iman ve küfrü, taat ve masiyeti var eden Allah’ın kazâ ve kaderine bağlı olduğudur. İbrâhîm ve Nemrud, Mûsâ, Firavun ve Hâmân, Muhammed ve Ebû Cehil, kâfir ve Müslüman, muhabbet ve düşmanlık; bunların hepsi kazâ ve kader iledir.”
Hüsniye, bu delilsiz boş sözleri duyunca, sabrı taştı ve dedi ki: “Ey İbrâhîm, Allah’tan utanmadan, bu küfür ve zındıklıkları kendine ve bütün Müslümanlara reva görüyorsun da, İblis için huccet ve delil mi gösteriyorsun? Bil ki, seni ve senden önce bu itikada sahip olanları basit bir izahla susturmak çok ko-laydır.
Öncelikle, “Şer ve isyan, küfür ve fâsıklık , O’nun kazâ ve kaderine bağlıdır, ama O’nun rızasıyla değildir.” demek muhal bir sözdür. Bir kimsenin hüküm verip, verdiği hükme razı olmaması, ya onun acizliğinden ve korkusundan ya da dalkavukluk, riyakârlık ve hilekârlığından kaynaklanır. Zât-ı Mukaddes ise bu sıfatlardan münezzehtir.
Bil ki ey İbrâhîm, senden önce bu sözü ortaya atanlar, bizatihi kendileri küfre ve zındıklığa düştüler. Onlar, şer ve isyanın, küfür ve fâsıklığın hepsinin Allah’ın kazâ ve kaderiyle olduğunu söylediler. Siz kendiniz bile bu akîdeden mahcubiyet duyuyorsunuz!”
İbrâhîm şöyle dedi: “Ey Hüsniye, yoksa Allah Teâlâ’nın kelâmını ikrar etmiyor musun?”
Hüsniye cevap verdi: “Vallahi Allah Teâlâ’nın kelamını ikrar ediyorum. O sözün tefsirini, müşküllerini ve tevillerini de biliyorum. Bunları, Kur’an’ın, başta büyük cedleri olmak üzere, haklarında nazil olduğu kişilerden öğrendim.”