Hüsniye, Ebû Hanîfe’nin talebelerinden Ebû Yûsuf’a döndü ve dedi ki: “Onlar temiz suyu görmedikçe abdest almazlar ve her iki elleriyle yüz yıkamazlar . Çünkü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve âlih) şöyle buyurmuştur: “Sağ el yüz için, sol el ise def-i hâcet içindir.” Kulak ve boyunu meshetmezler , onu ilahî hükme aykırı, bid’at görürler. Abdest alırken ayaklarını yıkamazlar. Niyetsiz kılınan namazı geçerli kabul etmezler. Fâtiha’dan besmeleyi çıkarmazlar. Namazda Fâtiha’nın çevirisini okumayı caiz görmez , sûre yerine “iki yeşil ağaç” demezler . Rükû, secde ve oturuşu, Rasûl, Ehl-i Beyt ve büyük sahâbenin yaptığı şekilde yerine getirirler. Enbiyâ ve melâikeye selam verilecek yerde yellenmezler!”
,Hüsniye’nin bu sözleri üzerine, Hârûn ve orada bulunanlar gülüşerek, Ebû Yûsuf’la alay ettiler.
Hüsniye dedi ki: “Hayızlı tavşanı helal bilmezler. Necis köpeğin derisini, tabaklansa da temiz ka-bul etmezler. Kaynamış şarabı helal görmez , satranç ve bütün kumar çeşitlerini haram sayarlar. Namazda fâsıklara iktidâ etmez ve fasığı imamlığa layık görmezler. Namazda uyulacak kişi âdil olmalıdır. Hac müt’ası ile kadın müt’asını bir fâsığın sözüyle ve onun menetmesiyle iptal etmezler.”
Hüsniye dedi ki: “Hayızlı tavşanı helal bilmezler. Necis köpeğin derisini, tabaklansa da temiz ka-bul etmezler. Kaynamış şarabı helal görmez , satranç ve bütün kumar çeşitlerini haram sayarlar. Namazda fâsıklara iktidâ etmez ve fasığı imamlığa layık görmezler. Namazda uyulacak kişi âdil olmalıdır. Hac müt’ası ile kadın müt’asını bir fâsığın sözüyle ve onun menetmesiyle iptal etmezler.”
Sonra Şâfiî’ye dönerek şöyle dedi: “Ehl-i Beyt yolunda olanlar, zinadan dünyaya gelmiş kız çocuğunu nikâhlamayı caiz görmezler . Çocuğun anne karnında dört sene kaldığını söylemezler.”
Hüsniye bunları söylerken Şâfiî’ye bakıp gülümsediyse de, Şâfiî, kendisinde ses çıkaracak takati bula-madı.
Hüsniye sözüne devam etti: “Annesi ya da kız kardeşiyle bilerek nikâhlanıp ilişkiye giren kimseden, had cezasının düşeceğini kabul etmezler. Cinsel organına bir bez sarıp, Kâbe yolunda annesiyle iliş-kiye giren kimseden had cezasının düşeceğini kabul etmezler. Livâta yapana had gerekmez , demezler.
Hüsniye sözüne devam etti: “Annesi ya da kız kardeşiyle bilerek nikâhlanıp ilişkiye giren kimseden, had cezasının düşeceğini kabul etmezler. Cinsel organına bir bez sarıp, Kâbe yolunda annesiyle iliş-kiye giren kimseden had cezasının düşeceğini kabul etmezler. Livâta yapana had gerekmez , demezler.
Kıyasla amel etmezler ve kıyasla ilk amel eden varlığın, “Ben ondan üstünüm. Sen beni ateşten yaratmışken, onu çamurdan yarattın!” diyen İblis olduğunu söylerler. Kıyasla amel eden ikinci kişi ise, Ebû Hanîfe idi.
Ey Ebû Yûsuf, “Emniyetimiz ve kurtuluşumuz Allah’ın isteğine bağlıdır.” demeyin. Emin olun ki, fırka-i nâciye biziz. Ehl-i Beyt mektebine tabi olanlar, imamlarının pâk, mutahher ve masum olduklarını; onların sevenlerine şefaat ve muhaliflerini helak edeceklerini bilirler. Muhaliflerini zâlim, kâfir ve mel’un görürler. İlahî nassın hükmüne ve
Ey Ebû Yûsuf, “Emniyetimiz ve kurtuluşumuz Allah’ın isteğine bağlıdır.” demeyin. Emin olun ki, fırka-i nâciye biziz. Ehl-i Beyt mektebine tabi olanlar, imamlarının pâk, mutahher ve masum olduklarını; onların sevenlerine şefaat ve muhaliflerini helak edeceklerini bilirler. Muhaliflerini zâlim, kâfir ve mel’un görürler. İlahî nassın hükmüne ve
Rasûlüllâh’ın hadisine karşı mutaassıp ve inatçı olmazlar.
Kendi çıkarları için hiç kimsenin kanını ve malını helal saymazlar. Rasûlüllâh’ın sünnetine uyarak, yü-züğü sağ parmağa takarlar. Başkalarına inat olsun diye, sünneti terk etmezler . Peygamber’e ve imamlara salâvat gönderirler. (Müstakil olarak) “Rasûlüllâh’ın (sadece) Ehl-i Beyti’ne salâvat göndermek câiz değildir!” demezler . Muâviye ve Yezid’in sünnetini takip etmezler. Allah’ın “O’dur size salâvat getiren, melekleri de…” buyurduğunu söylerler.
Ali b. Ebî Tâlib’i (aleyhisselâm) “Emîru’l-Mü’minîn” olarak bilirler. “Bu isim, Allah ve Rasûlü’nün hükmüy-le, sadece ona mahsustur.” derler. Rasûl zamanında herkesin ona “Emîru’l-Mü’minîn” şeklinde hitap ettiğini ve o dönemde kendisinden başka hiç kimseye “Emîru’l-Mü’minîn” denmediğini söylerler. “Sizin velîniz; ancak Allah, O’nun Rasûlü…” âyetinin hükmü gereğince, Rasûlüllâh zamanında ona çoğunlukla “Veliyyullâh” diye hitap ederlerdi. “Veliyyü’l-Mü’minîn” de derlerdi. Ona salâvat gönderir, düşmanlarına gizli açık lanet ederlerdi .
İmamlarımızın ismet ve tahâretleri üzerinde ümmetin havâssı icmâ etmiştir. Onlara muhâlif olanların ve haklarını gasp edenlerin küfrü üzerinde de icmâ etmişlerdir. “Ehl-i Beyt’in takipçileri biziz.” der-ler. Muhâliflerimizin Rasûl’ün sünneti diye yaptığı amellerin ve müstehap ibadetlerin çoğu yalan ve iftiradır. Bilakis bunların çoğu; fâcir, fâsık, azgın, âsi, kâfir, mel’un , merdut ve hakir olan Şeyhayn zamanında şöhret bulmuştur.”
Hüsniye, Şeyhayn’a kınayan bir üslupla dil uzatınca, Bağdat ulemâsı bağırıp çağırmaya başladılar. Şâfiî, yanındaki hokkayı alıp Hüsniye’ye fırlattı . Hârûn gülerek dedi ki: “Ey Şâfiî, o bir câriye. Her ne isterse söylemesi ve yapması konusunda onu katletmekten muaf tuttuk. Eğer gücünüz yetiyorsa, onu Kur’an âyetleriyle ve Rasûl’ün hadisleriyle susturun!”
Hüsniye, Hârûn’dan destek görünce dedi ki: “Ey Şâfiî, senin rütben ne ki, ulemâ arasında oturuyorsun! Kendi inancına göre; anne karnında dört sene kalmış ve babanın ölümünden dört sene sonra doğmuş olman , rezâlet olarak sana yeter! Üstelik kalkıp bu mes’elede fetva veriyorsun. Şu nesebin doğruysa, neden Ehl-i Beyt’e muhalif olmayasın ki! Vallahi bir hadiste “Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenler ya münâfıktır, ya veled-i zinâdır ya da anası ona âdetliyken hâmile kalmıştır!” buyurulmuştur.
Önceleri hal ve tavrın Ehl-i Beyt yoluna uygundu. Kendini onların hizmetçisi ve bendesi görüyordun. O vakit Ehl-i Beyt’e muhalefeti sebebiyle Ebû Hanîfe’yi hicvederdin. Hiciv kasîdende, hatalı içtihâdı ve kıyasla amel etmesi yüzünden kendisini tenkit ettiğin, bu mecliste bulunan herkesin malumudur. Üç günlük değersiz makam sevgisi için dinini dünyaya sattın. Sen de tıpkı şeytanın ikincisi olan, lanetli Ebû Hanîfe gibi ; imamlık ve liderlik arzusuna kapıldın. Hakir biri olma yolunda, ateşe koşmada onunla dost oldun, ey Şâfiî!
Ey İbrâhîm , Nûh uzun ömrü ve çokça ibadetiyle, İbrâhîm Allah dostu olmasıyla, Mûsâ Kelîmullâh derecesiyle, Zülkarneyn ve Süleyman saltanat ve hükümranlığıyla, Dâvûd izzet ve kuvvetiyle, Îsâ ulu-luk ve yüksek mevkisiyle birlikte; Peygamberimize sevginin dergâhına ve haşmetinin eşiğine baş koya-rak, “Allahım! Beni ümmet-i Muhammed’den eyle!” temennisinde bulunmuşlardır.
Peygamberimizin ıtret ve Ehl-i Beyti ise; dînin kemâli ve kesin bürhandır . Onlar şeriatın muhafızı, dinin önderleri, rahmanın emanetçileri, Kur’an’ın müfessirleri, Allah’ın huccetleri ve Rasûlü’nün vasîleridir. “Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” âyetinin masumları, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasûlü’ne ve sizden olan ülül-emre de itaat edin!” âyetinin nasla tayin edilmiş önderleri, “Ey iman edenler! Allah’ın sınırlarına dikkat edin ve doğrularla birlikte olun!” âyetinin sıddîk ve eminleri, “Kuşkusuz, Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” âyetinin fedaileri, “Onlar, kendi canları çekerken, yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler.” âyetinin lokma bahşedenleri onlardır.
Onların başı ve reisi ise, sizin de rivâyet ettiğiniz gibi, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve âlih), hakkında “Kim ilimde Âdem’i, takvâda Nûh’u, alçakgönüllülükte İbrâhîm’i, heybette Mûsâ’yı ve ibadette Îsâ’yı görmek is-terse; Ali b. Ebî Tâlib’e baksın!” buyurduğu; şu devletli zâttır. Peygamberimizin işte böylesine şanı yüce ve makamı ulu bir amca oğlu, kardeşliği ve vasîsi vardı. Sizin de belirttiğiniz gibi, bütün Müslümanla-rın ittifakıyla, Hz. Peygamber onu tüm ülül’azm peygamberlere denk tutmuştur.
Ey Şâfiî, sana ne oldu da; ona muhabbetin anayolunu terk edip, Ehl-i Beyt’e zulmeden fâsıkların, bir ta-kım noksan ve düşkün kimselerin yolunu tuttun? “Onları ateşe çağıran önderler yaptık.” uyarısında belirtilen önderler ve imamların eteğine yapışıp, beline nifak kemeri bağladın. ”
Şâfiî, büyük bir utanç içinde başını öne eğmişti; ne cevap verecek takati vardı, ne konuşmaya mecali.
Şâfiî, büyük bir utanç içinde başını öne eğmişti; ne cevap verecek takati vardı, ne konuşmaya mecali.